Kimileri adına 3. Dünya Savaşı dedi kimileri Büyük Çin Savaşı ancak bu savaş insanlık için bir kıyamet olabilirdi sadece. Bildiğim ve karar verdiğim tek şey hayatta kalmalıydım, hayallerim için, Eylül için.
Eylül nerede, nasıl ve ne yapıyor olduğundan bi'haber yollarda avare olmuştum. İnanması güç fakat Eylül su içemiyor olabilir endişesiyle suyu reddettiğim zamanlar oluyordu. Kucağında bebeğiyle yalnız bir kadınla tanıştım, adı Zehra'ydı bebeği henüz 7 aylıktı, öyle tatlıydı ki yanaklarını ısırmamak işten bile değildi. Namık koymuş babası adını, PKK infaz etmeden önce.
Yollar mı perişan bizler mi derbeder ey hayat.. Nereye ya da ne için gittiğimi bilmiyordum, hayatta kalma iç güdüsü, bilemiyorum. Henüz bir amaç edinebilecek kafa rahatlığına ulaşamadığım için hayaller uğruna bir plan yapmam da mümkün değildi, o yüzden alelacele bir amaç olmasa bile bir hedef belirlemeliydim. Yol kenarında terk edilmiş bir kamyonet ilişti gözlerime, belki biraz su, belki yiyecek, belki silah, belki benzin.. Bulduğum şey tanrının benim için hala bir planı olduğu yalanına inandırmak ister gibiydi.. Belli belirsiz ibranice eski bir harita, Türkiye'nin güneyini içerisine alan Levant bölgesinin haritasıydı, Doğu Akdeniz ve Hatay'dan Mısır'a kadar olan doğusunda Mezopotamya'yı gösteren bir harita. Bir süre sonra Suriye'nin önemli kentlerinden birine bir hayli yaklaşmıştık, haritadan tahmin ettiğim kadarıyla Tel Rıfat'a girmiştik. Topluluk Halep'e ulaşmayı ümit ediyordu. Terk edilmiş, harabeye çevrilmiş Halep bu kadar insana ümit veriyordu, ne garip daha bir kaç yıl öncesine kadar rejim ile asilerin şiddetli çatışmalarının yaşandığı Halep, bir o elde bir öbür eldeydi bugün gerçekten kimin kontrolünde belli olmayan bir yerdi artık. Günler günleri kovaladı.. Hava gerçekten çok sıcaktı, banyo ve birincil insani ihtiyaçların gözümüzde git gide lüks ve hatta imkansıza yakın şeyler olduğu canlanıyordu.. Yer yer bombalarla parçalanmış eski asfalt yollardan yürüyorduk, grubun uzunluğu 1 kilometreye yakındı ne kadar insan bu göçteydi tahmin etmek zordu. Kilis'ten çıktığımız zamanlarda insanlar arasındaki o yardım severlik artık yerini çıkar ilişkilerine bırakmıştı, herkes her şeyi takas usulü yapıyordu. Bir miktar içecek su bulursam, o günü kurtardığımı düşünüyordum ya da takas edip bir parça hamur işi bulabilirdim. Bir süre sonra kavgalar başladı, bir birini vuranlar, kesenler, boğanlar... Hayatın rutini haline gelmişti. Geceleri hırsızlık olayları artık bezdirecek hale gelmişti ki bu davranışlar gün be gün alenen yapılan eylemlere dönüştü, doğa kanunu işliyor, güçlü olan istediğine sahip oluyordu.
Halep'e girdiğimizde tam da tahmin ettiğim o harabe şehirle karşılaştım, o eski medeniyetlerin önemli kentlerinden Halep bugün tanınmayacak haldeydi. Çokta biliyor sayılmazdım daha önce hiç görmedim zaten ama çocukluğumdan bu yana babamın tarih ve coğrafya hayranlığı bana da sirayet etmişti sanırım. Babam şehrin ünlü bir müzesinde müdürlük görevini yürüyordu, gençliğine Asya'dan Amerika'ya bir çok ülkeyi gördüğünü, gezdiği yerleri ve anılarını anlatırdı. Bense o hayaller ile bazen tüm gün atlas üzerinde ülkeleri şehirleri inceleyerek geçirirdim. Bir çok kez babama beni de gezdirmesini söyledim ancak nasipsizliğimden olsa gerek babamın ölen kardeşinden yani amcamdan kalan büyük bir borcun kefiliydi kendisi. Gençliğim ve çocukluğum amcamın borcunu ödeyen bir aile içinde geçti diyebilirim. Son yıllarda tüm geçmiş yaşantımın çokta önemi olmadığı fikrini düşünmeye başladım, ne babam gerçekti ne de ölen amcam gerçek amcamdı. Sahi üvey amcam gibi zeki bir mühendis nasıl olur da ingiltere gibi iş güvenliğinin ve refahın yüksek olduğu o yıllarda iş kazasıyla ölür? Bu konuyu tüm aile, tüm sülale yıllarca tartıştı hatta dedektif falan bile tutulmuş londra'da bir dönem, hiç bir sonuç alınamadı, kesin sonuç iş kazası idi. Acaba gerçek bir amca da var mıydı? Hayatta mıydı? Canı cehenneme!
Kalacak bir yer bulmalıydım, yiyecek bir şeyler, belki düzenli bir hayat neden olmasın bir iş.. Şehrin insani işleyişi bir şekilde hayatta kalmayı başarmış gibiydi, viraneye dönen caddeler makyajı akmış güzel bir kız gibiydi, oyun oynayan çocuk seslerini duyduğumda ister istemez bir umut yeşeriyordu içimde. Ellerinde silahlarla gezen sakallı savaşçılar en çok gördüğümüz belirsiz bir grubun silahlı kanadıydı anlaşılan, sayıca daha az da olsa poşu ve mekap ayakkabılı olanlarında PKK olduğunu anlıyorduk. Pazarlarda patates, un, yer yer zat-zahra bulmak mümkündü, eğer o gün şanslıysan ve erkenciysen biraz elma bulabilirdin. Hemen bitişiğinde silah, el bombaları, çeşitli askeri malzemeler, yelekler plastik mutfak eşyaları satanlarla yan yanaydı. Garip, elma bulamazsan bir el bombası alabilirdin, belki daha ucuza..
Zamanla Arapçayı anlamaya başlasam da asla konuşamadım ve hiç sevemedim, Arapça konuşmak gerçekten büyük meziyet isteyen bir dildi ve kesinlikle Türk insanının gırtlak yapısına uygun değildi. Kalacak yer konusunda şüphe ettiğim kadar zorlanmadım, bulabildiğin her boş bina da kalabilirdin, o kadar çok boş ve yarı yıkık bina vardı ki.. O yüzden her gün aynı yerde kalmak yerine yorulduğumu hissettiğim anda gördüğüm ilk viraneye girip kıvrılacak bir köşe bulabiliyordu ve yine şanslıysam yumuşak bir battaniye ile uyuyabiliyordum.. Silah sesleri kendisini unutmamıza asla müsade etmiyordu, her gün mutlaka bir yerlerden acı acı silah sesleri duyuyorduk ancak bazı şeyler çok sık olunca rutine biniyor ve yaşam arzusu onu bir şekilde absorbe ediyor normalleştiriyordu.. Aklımda ailem ve Eylül vardı, bazı anlar vardı ki gözümü her kapatıp açtığımda yüzleri gözümün önüne geliyordu, sesleri kulağımda çınlıyordu, sanki onlarmış, sanki oymuş gibi.. Ahh hiç alışamadım o burnu sızlatarak gelen göz yaşlarına..